12 Eylül 2015 Cumartesi

Artık "Şehitler Ölmez" Bir Anlatım Bozukluğudur

Ne zaman bir gece sessizliğinde
Uzanıp baksam yıldızların sonsuzluğuna
Kalbimi yalayarak bir keşişleme esiverse
Güneydoğunun en yüksek dağından
Gelse bulsa saçlarını bir sevgilinin
Ayna karşısında taradığı saçlarından
Kan tozları dökülür de
Titrek bir ampulün ışığında göremezsiniz

Uzanıp baksam yıldızların sonsuzluğuna
Bir çocuğun ölümüne ağlarım
Bir gülümsemenin yitirilişine
Hangi gazeteden okursan oku!
Bir değil, bin kurşun silemez yoksulluğu

Takı törenlerinde
Gül kokulu bağırlarına taze gelinlerin
Uzun namlulu silahlar da takarız biz
Yetim sünnet çocuklarının kuşaklarında
“Vatan sağ olsun” yazan da biz 
“Kahrolsun” diyen de
Doğusundan batısına bir devlet hırsına yitirilen de

Kahrolsun “kahrolsun”
Kahrolsun “vatan sağ olsun”
“Şehitler ölmez” ise bir anlatım bozukluğudur artık

Yirmisinde ana kucağından alınan gençler
Kimi dağa, kimi orduya gider
Uzanıp baksa yıldızların sonsuzluğuna
Aşar mermileri, topları, tüfekleri bir dostu alnından öper

Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın
“Gömelim gel seni tarihe” desem, hatırlanmazsın!
Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber, 
Sana âğûşunu açmış duruyor manşetler!

 Fatih DAĞDELEN

5 Eylül 2015 Cumartesi

Gerçeklerin Şakaların Altına Yatmadığı Bir Dünya Düşlüyorum

          Yazmak bilinmez bir varlığa ya da kendimize ya da “başka” insanlara edilen içten bir dua mıdır? Sessiz bir haykırış, iğneli bir fıçıdan kaçış planı mı? Bir terapi yahut yoga gibi bir şey mi? Dillerin değil de, duyguların çevirmenleri olsaydı keşke.
          İnanın yazmak hiçbir işe yaramaz. Yazarak ulaşabileceğimiz tek yer sayfanın sonu[1]. Ot dergisi çıktığı ilk günden bu yana ölü yüzleri kapağa taşıma rekorunu elinde bulunduruyor diyebiliriz. Suruç patlamasını duyduğum gün Ot’un kapağını da tahmin etmek çok güç değildi. Her yazının sonunda ya da içinde muhakkak çocuklarımızın öldüğünden bahsediliyor hatta bu patlamayla ilgisi olmayan yazıların bile sonuna bir cümlelik not düşen var: Çocuklara kıyıyorlar bu ülkede, geleceğimize… İyi değiliz…[2]
Düşünmek, insanoğlunun hayatta kalma güdüsünün bir parçası olarak yemek yemek kadar önemlidir. Kötü ve tek yönlü beslenen bir insanın ömrünün uzun, ağız tadının gelişmiş, bir aşçı ise yaptığı işten aldığı lezzetin asla iyi olamayacağı gibi sıkı düşünmekten aciz insanların hayatları da, çevreleri de, yaşadıkları toprak parçası da yaşamak eylemini sürdürmek için verimsiz hale gelecektir. Yazmak, kuşkusuz, sağlam bir birikim gerektirir. Özellikle tüketilecek olan düşünceleri oluşturmakla yükümlü yazar çağının ilerisinde, sürekli yenilikçi bir yol izlemelidir. Şüphesiz ki evrim bunu emreder. Bu ayrıcalığa sahip olamayan metin yaratıcısı ise doğal seçilimde yok olacaktır. Denilebilir ki tercih edilmek ne kadar önemlidir?  Kastım “best seller” değil elbette. İnsanlığın yüz yıllara yayınlan geleceğinde varlığını sürdürebilmek. Klasik, şaheser, başyapıt değimiz roman, deneme, felsefe yazıları vb. tercih edilerek bu çağlara gelmişlerdir. Hem okunmak (tercih edilmek), hem de nitelikli, çağını ya da geleceği insanlığın yararına değiştirebilecek kaleme sahip olmak ise emek ister.
Günümüzde satışta ve popülerlikte başı çeken dergilerden de beklenen budur. Ancak yazılanlar sosyal medya araçlarından ve satış kaygısından öylesine etkileniyor ki, sığ eleştiriler, klişe başlıklar, basmakalıp metinler ortaya çıkıyor. Uzun bir Facebook güncellemesi gibi kaleme alınan çağdaş metinler okuyoruz.
İnsanları, okuduğu andan itibaren eyleme geçiren eserlerden hiçbir iz yok. Sabahattin Ali’nin sırça köşkü, Isıtmak İçin’i yok. Hugo’nun Sefiller’inden eser yok.
Mesele neden yazdığımız. Mesele insanın içindeki görünmez tellerle bir melodi yakalamak. Bu melodi tahakküm hükümdarlığını sürdüren erklerin kulak zarlarını yırtıp güdülen halkın hayatta kalma içgüdüsünü harekete geçirsin ki insanlık gömüldüğü derinliklerden çıkıp birkaç saniye nefes alsın.
NOT: Sayfanın sonu (nokta)

Fatih DAĞDELEN




[1] Hakan Günday, Ot Dergisi, Ağustos 2015
[2] Birol Tezcan, Ot Dergisi, Ağustos 2015