Yazmak bilinmez bir varlığa ya da kendimize ya da “başka”
insanlara edilen içten bir dua mıdır? Sessiz bir haykırış, iğneli bir fıçıdan
kaçış planı mı? Bir terapi yahut yoga gibi bir şey mi? Dillerin değil de,
duyguların çevirmenleri olsaydı keşke.
İnanın yazmak hiçbir işe yaramaz. Yazarak ulaşabileceğimiz
tek yer sayfanın sonu[1].
Ot dergisi çıktığı ilk günden bu yana ölü yüzleri kapağa taşıma rekorunu elinde
bulunduruyor diyebiliriz. Suruç patlamasını duyduğum gün Ot’un kapağını da
tahmin etmek çok güç değildi. Her yazının sonunda ya da içinde muhakkak çocuklarımızın
öldüğünden bahsediliyor hatta bu patlamayla ilgisi olmayan yazıların bile
sonuna bir cümlelik not düşen var: Çocuklara kıyıyorlar bu ülkede, geleceğimize…
İyi değiliz…[2]
Düşünmek, insanoğlunun hayatta
kalma güdüsünün bir parçası olarak yemek yemek kadar önemlidir. Kötü ve tek
yönlü beslenen bir insanın ömrünün uzun, ağız tadının gelişmiş, bir aşçı ise
yaptığı işten aldığı lezzetin asla iyi olamayacağı gibi sıkı düşünmekten aciz
insanların hayatları da, çevreleri de, yaşadıkları toprak parçası da yaşamak
eylemini sürdürmek için verimsiz hale gelecektir. Yazmak, kuşkusuz,
sağlam bir birikim gerektirir. Özellikle tüketilecek olan düşünceleri
oluşturmakla yükümlü yazar çağının ilerisinde, sürekli yenilikçi bir yol izlemelidir.
Şüphesiz ki evrim bunu emreder. Bu ayrıcalığa sahip olamayan metin yaratıcısı
ise doğal seçilimde yok olacaktır. Denilebilir ki tercih edilmek ne kadar
önemlidir? Kastım “best seller” değil
elbette. İnsanlığın yüz yıllara yayınlan geleceğinde varlığını sürdürebilmek.
Klasik, şaheser, başyapıt değimiz roman, deneme, felsefe yazıları vb. tercih
edilerek bu çağlara gelmişlerdir. Hem okunmak (tercih edilmek), hem de
nitelikli, çağını ya da geleceği insanlığın yararına değiştirebilecek kaleme sahip olmak ise emek ister.
Günümüzde satışta ve popülerlikte
başı çeken dergilerden de beklenen budur. Ancak yazılanlar sosyal medya
araçlarından ve satış kaygısından öylesine etkileniyor ki, sığ eleştiriler,
klişe başlıklar, basmakalıp metinler ortaya çıkıyor. Uzun bir Facebook
güncellemesi gibi kaleme alınan çağdaş metinler okuyoruz.
İnsanları, okuduğu andan itibaren
eyleme geçiren eserlerden hiçbir iz yok. Sabahattin Ali’nin sırça köşkü,
Isıtmak İçin’i yok. Hugo’nun Sefiller’inden eser yok.
Mesele neden yazdığımız. Mesele
insanın içindeki görünmez tellerle bir melodi yakalamak. Bu melodi tahakküm
hükümdarlığını sürdüren erklerin kulak zarlarını yırtıp güdülen halkın hayatta
kalma içgüdüsünü harekete geçirsin ki insanlık gömüldüğü derinliklerden çıkıp
birkaç saniye nefes alsın.
NOT: Sayfanın sonu (nokta)
Fatih DAĞDELEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder